Önümden sayısız araba geçti. Otomobiller, kamyonetler, otobüsler, tırlar ve hatta motosikletler bile vardı. Rengarenktiler. Beyaz, kırmızı, siyah, bordo…

 

Sonbaharın Kasım ayına üç dört gün kalmış. Kuruyup da dökülen yapraklardan belli.

 

Çınar yapraklarına aşığım ben. Kenarları tırtıklı farklı bir simetrisi var. Yeşil olanı hayat var diyor bana. Canlılığın tüm izlerini görebiliyorum. Sararmış olanında ise ayrı bir güzellik; mahzun, mağrur ve gururlu. Kahverengine dönmüş olanlar ise her güzel şeyin bir sonu olduğunu anlatır.

 

Ölümü anlatır mesela. Toprak olacağımızı anlatır bana. Tekrar toprağa kavuşacağımızı. Bunun bir son olmadığını da söyler. İlk baharda yeniden yeşeren yapraklar. Asıl son en güzel başlangıçlara gebedir aslında. Hayat bu ya…

 

Boş ya da bir iki yolcu taşıyan halk otobüsleri de geçiyordu önümden. Dura kalka ilerliyor. İçi aydınlık.

 

Ardıç ağacı var bir de sevdiğim. İğne yapraklı. Yaprak boyu kısa, kendini korumaya almış, korurken de etrafına fayda sağlayan cinslerden.

 

Mor meyveleri var ardıçın. Küçük küçük gruplu mor meyvecikler. Tohumları da bu meyvelerin içerisine gizlenmiş. Kendi kendilerine yere düşseler çatlayamıyor ve yeni fidanlar oluşamıyor. Bundan sebep “Ardıç Kuşları” var.

 

Ardıç kuşları da küçük yapı olarak. Minik kuşgillerden. Değişik türleri de mevcut fakat en güzeli “gök ardıç kuşu”. Mavi renk tüyleri var. Ve bazılarının kanatlarında da turuncu renk mevcut. Hazan ve hüzün renkleri…

 

Ardıç kuşları ardıç ağacının meyvelerini yer. Midelerinde öğüttükten sonra, yani tohumlarının çatlamasına vesile olduktan sonra doğaya bırakırlar. Bu sayede yeni fidanlar oluşur. Yeni ardıçlar.

 

Yeşil ışık yanmış, sağımdan solumdan insanlar karşıya geçmeye çalışıyordu. Yaya geçidinde neler geçti aklımdan. Sayısız arabalar ve ardıç kuşları…