1.1.   Xenides - Arestis - Demades - Tymvios Davaları

Louzidou türü davalardan sayılabilecek Xenides – Arestis davası, 1999 yılında Bayan Myra Xenides-Arestis tarafından yapılmıştır. İkinci emsal dava olarak ele alınan bu davada: “Davacı; kendisinin Kıbrıslı Rum Ortodoks olduğu için kuzey Kıbrıs’ta Maraş bölgesinde buluna konutuna ve diğer mülküne gitmesine ve kullanmasına Türk Ordusunun engel olduğunu ve bu durumun 8. Md, 14. Md ve Protokol 1. Md 1’in ihlali olduğunu iddia etmiştir.[1] İşbu dava ile Türkiye’nin “KKTC’nin muhatap alınması” savunmasının sürdürülemeyeceği anlaşılmış, etkin bir iç hukuk yolu oluşturulmak üzere “Taşınmaz Mal Komisyonu” kurulmuştur.

Böylelikle Kuzey’de kalan Rum malları için tazminat, takas ve mal iadesi gibi hususlardaki Rum başvuruları bu komisyon tarafından değerlendirilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan mülkiyet meselelerini ele almak için kurmuş olduğu tazmin komisyonlarının, tamamıyla etkin bir iç hukuk yolu olduğu kabul edilmiştir.

Xenides-Arestis kararının en önemli yanı KKTC’de Rum mülkiyet iddiaları için Taşınmaz Mal Komisyonu’nun etkin bir iç hukuk mekanizması olarak AİHM tarafından tanınmışlığını sağlamasıdır.

Öyle ki, etkin iç hukuk yolunu tüketmeyen Rumlar, mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden bahisle bireysel başvuru yapamayacaktır. İç hukuktaki yargı yollarının tüketilmeden uluslararası yargı yoluna başvurulamaması, uluslararası hukukun bir ilkesidir.[2] Ancak, bu durumun istisnası olarak mağdurun zararını karşılayacak iç hukuk yolunun mevcut olmaması ya da var olan iç hukuk yolunun yeterli olmaması durumunda bu koşulun aranmaması imkânından da söz edebiliriz.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne gelecek bir başvurunun öncelikle bağlı bulunduğu devletin ulusal hukuku nezdinde iç hukuk yollarını tüketmiş olması koşulu aranmaktadır. Aksi halde, bireyin kendi devletine karşı uluslararası yargı organı önünde haklarını arama durumu mevzu bahis olamayacaktır. Çünkü AİHS uluslararası yargının dışında bir mekanizma olmayıp, taraf olan devletlerin ulusal hukuklarıyla birlikte tamamlayıcı bir rol üstlenerek birlikte hareket etmektedir.

Sözleşmeye taraf olan devletlerin ulusal hukuklarının sözleşmeden tamamıyla aksi yönde değerlendirilmesi beklenemez. Ulusal hukuk kaynakları da taraf sıfatına haiz olunmasıyla birlikte sözleşme ile uyumlu hale getirilir. Bu AİHS açısından nihai bir gereklilik olduğu gibi, taraf devletler açısından da üstlenilmiş bir görevdir.

 

İç hukuk yolundan neyin anlaşılması gerektiğine ilişkin aslen bir tanımlama yapılmamıştır. Ancak bu konuda oluşan içtihatların varlığından eserle iç hukuk yolu kavramının ne olabileceğine dair yorum yapılabilmektedir. Bu çerçevede, Türmen “Başvurucu, iddia edilen ihlalin düzeltilmesi ya da giderilmesi için iç hukukta yalnız kuramsal olarak değil uygulamada mevcut, fiilen ulaşılabilen ve etkili olan bütün yollara başvurmuş olmalıdır.” (sf. 779) şeklinde bir yorumlamayla iç hukuk yollarının tüketilmesi kavramından neyin anlaşılması gerektiği hususuna bir açıklama getirmiştir. İç hukuk yoluna başvurunun bu denli güçlü bir koşulun öngörülmesiyle taşınmaz mal komisyonuna başvuru zorunlu hale gelmiştir.

Bu kararın önem arz ettiği bir diğer husus ise; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması hadisesidir. Mülkiyet hakkının ihlaline ilişkin yapılan bireysel başvuruların incelenmesi aşamasında, AİHM ilk olarak KKTC’nin varlığını kabulde tereddüte düşmüş, tanımamıştır. Ancak taşınmaz mal komisyonlarının kurulmasıyla, KKTC yasalarının uluslararası standartlara uygun olduğu yönünde kanaat oluşturmuştur. Böylece, Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti’nin de tanınırlığı hususu sabit hale gelmiştir.

“Aynı grup içerisinde AİHM’ye yapılmış olan başvurulardan Demades ve Tymvios için tazminat (dostane çözüm) önerilerinde bulununca, gerek Demades’in gerekse Tymvios’un bu teklifleri kabul etmesi sonucunda her iki dava da AİHM’nin dostane çözüm kararıyla sonuçlandı ve TMK’nın yasallığı ve etkin bir iç hukuk yolu olduğu garantilenmiş oldu.”[3]

Böylelikle, AİHM Rum Mülkiyet davalarını bir ön inceleme mekanizması olan TMK’ya devretmiş bu iç hukuk yolu tüketilmeksizin davaların görülmesinden kaçınmıştır. Gerek AİHM’in gerekse Türkiye’nin Louzidou’dan Demopoulos’a kadar geçen sürede başvuruların sonuçlandırılmasına ilişkin süreçteki tutumları oldukça değişiklik göstermiştir.

Bu durumu Türkiye’nin Louzidou savunmasını giderek yumuşatarak; “TMK’nın kurulması, Dostane Çözüm Yöntemi gibi hukuki çareler aramasında gözlemleyebiliriz. AİHM’deki değişim de ise zaman zaman içtihat değişikliğine gidilmesi; seçilen pilot davalar üzerinden bu değişikliklerin yürütülmesi halleriyle açıklayabiliriz. Böylelikle hem Türkiye hem de AİHM açısından mülkiyete ilişkin başvurulara olan genel tavrın değişiklik gösterdiği yadsınamaz bir gerçek halini almıştır.

Kaldı ki; ardı ardına gelen davalar siyasi ve politik bakış açısını da değerlendirmelere dâhil eder bir hal almıştır. Türkiye’nin Louzidou için ödeme yaparken “Bunun Diğer Rum Başvurularına Emsal Teşkil Etmeyeceği” şartını koymuş olması, sonrasında açılan davaların bu şartın koyulmasıyla sonlanamayacağı gerçeğini açık etmiştir. Böylelikle, Türkiye ve AİHM birçok davada dostane çözüm yoluna başvurmuştur. Dostane çözüm yöntemi AİHS Madde 39’da öngörülmüştür. “Dostane çözüme varılırsa, Mahkeme olaylarla ve varılan çözümle sınırlı bir açıklama yapılmasına karar vererek başvuruyu kayıttan düşürür.”[4] şeklinde açıklanabilmektedir.