İki haftadır, değişik bahaneler bulup, yazmaktan vazgeçiyordum. Gerek yok, oldu da-bitti!. Bir daha nerden, hangi sâikle ortaya çıkacak ki? Cümleleriyle kandırıyordum kendimi.

Şu açıklamasını okuyana kadar:

“…Hükümetin iç güvenlik paketini bir kez daha gözden geçirmesini tavsiye ederim. Bazı düzeltmelerin yapılması gerektiğine inanıyorum. Soğukkanlılıkla bakmak lazım... Güvenlikçi konuların konjonktürel olmaması lazım. Polise verilen aşırı yetkiler, daha yakın dönemde polisin yetkilerini dinleme ile ilgili nasıl istismar ettiğinin örnekleri ortaya çıkarken, şimdi bu konularda daha dikkatli olmak gerekir. Ümit ederim ki arkadaşlarım bunu tekrar gözden geçirirler. Bazı düzeltmeleri yaparlar diye tavsiye ederim.” Bu cümlelerinin öncesinde, başkanlık sistemi hakkındaki çok kıymetli görüşlerini; sonrasında da, milletvekilliğine dair düşüncelerini paylaşmış büyüğümüz. Başkanlık sistemi ve vekillik hakkındaki görüşlerine dair, ona hiç bir şey demeyeceğim, yazmayacağım, gerek yok çünkü.

 

Dönelim şu iç güvenlik paketine dair tavsiyelerine! Ve sorumuzu soralım: Bu tasarı meclis genel kurulundan geçip de, önünüze gelseydi!, ne yapardınız Sayın Abdullah GÜL? Ne yapabilirdiniz? Bırak veto etmeyi, bekletebilir miydiniz?

 

7 yıl boyunca ne yaptıysanız, aynen onu yapardınız!

 

Önünüze gelen 836 kanundan kaçını veto edebildiniz ki? “Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar!”, böyle diyor Emre SONCAN, ARAF’TA 7 YIL kitabında.

Gelin Elhamra yayınlarından çıkan bu kitapta, Abdullah Gül’ün 7 yılına, şerh ettiğim yerlerden bakalım:

 

Kayıp trilyon davasından hükümlü Hoca’sını affetti. Görevi biter bitmez de, ilk onun kabrini ziyaret etti. Adliyeye gidip, davayla ilgili ifadesini verdi.

Çözüm sürecinin, hakiki çözüm olduğuna inandı. Sürecin başlatılmasında aktif rol aldı. Hatta bu konuda üst düzey bazı teknokratların endişelerini dikkate almadı.

Kendisine bağlı Devlet Denetleme Kurulunu çalıştırmadı değil. Hrant Dink cinayeti, Yazıcıoğlu’nun ve Özal’ın şüpheli ölümleri üzerine, bu kurul vasıtasıyla gitti. Gitti ama, geri gelmedi. Hâlbuki her üç olayın kurul raporlarına baktığınızda, (ilki gibi) aynı neticeyi görürsünüz: cinayet!

 

Bu tür tutum ve davranışlarıyla hep bir umut olmayı becerdi, bazılarımız için.

Yurt dışındaki okullarımızı ziyaretleri, o okullar hakkında yazdığı mektuplar, bir kesimin ağzını, kulaklarına vardırıyordu.

Davos vakıasında kahramanının yanında yer alırken, mavi Marmara olayında çapraz durdu.

Kaset yöntemiyle, işlenen siyasî cinayetlere de karşı çıktı.

 

Alternatif Cumhuriyet Bayramı kutlamalarındaki, aşırı polisiye tedbirlere müdahale etti (2012 Ekim, Ankara). Dönemin başbakanıyla, arasında bir barikat kaldırma konusu gitti-geldi.

 

Gezi Parkı Olayları sürecinde de, riskli ve fıtratını zorlayan beyanları olmadı değil!

 

Ama asla unutmayacağım üç an var, Gül’ün hayatında:

 

Birincisi, 2014 Mayısında Harvard Üniversitesinde evladının da bulunduğu mezuniyet töreninden sonra, katıldığı paneldeki: ”Türkiye’de geceleri insanlar ölürken nasıl uyuyorsunuz? Böyle bir devletin başında olmaktan utanmıyor musunuz?” sorusuna muhatap olması.

 

İkincisi ise, Danıştay’ın 146. Kuruluş yıl dönümde yaşanan, “haydi gidiyoruz!” vakıasıdır. Salondan çıkmayabilir miydi? Olabilir miydi? Arkadaşlık veya siyaseten as-üst ilişkisi böylesi bir durum işte.

 

Üçüncüsü de, internete sansür getiren yasayı onayladığını, interneti kullanarak duyurması!

 

Havra, kilise ziyaretleri, youtube’dan sorulara cevap vermesi, muharrem iftarı düzenlemesi, 81 ilin tamamını ziyaret etmesi Köşk’ün ilklerindendi.

 

Gül nezdinde, Birleşik Krallık’ın yeri bir başkadır elbette.

 

Şimdilerde yine, yeni ve yeniden bir Gül’dür gidiyor!

Bu durum Türkiye’de en azından bir kişiyi hiç mi hiç heyecanlandırmıyor! O kişi kim mi? Tabi ki ben.