Ama bir kafenin balkonunda sigaramızı içerken; ama bir dosyanın içine gömülmüş, ‘üstünü örtün’ emri verilmiş bir suçu aydınlatma(ma)ya çalışırken; hatta katledilip, defin edildikten sonra nutuklarla tekrar tekrar katledilirken; aklın-bilimin-vicdanımızın sesini dinleyip, işimizi yapmaya kalkışırken: Sıramızı savıyoruz! Hal ediliyoruz!

 Ayakları temsilî demokrasiye basan, gövdesi, eli-ayağı, kolu-bacağı çoktan faşist olmuş muktedirlerin ya da onların rezil gölgelerinin; bize saldırmasını, karalamasını, ezmesini, azarlamasını bekler olduk.

İşbirlikçi olmayan, teslim olmayan, denileni, istenileni, beklenileni yapmayan herkes, bir gün ezilecektir. Bırakın bunları yapmayı; sosyal medyayı münasip üslupta kullanmayan, imâ eden, hatta kast eden dahi, herkes, ama herkes faşist anlayışın oligarşik yumruğunu, elbet birgün yiyecektir. Sohbet ortamındaki bir ‘gıyapta hakaret etti iddiası’ dahi; müfteri muhbir vasıtasıyla, karakolluk/adliyelik olmuştur, olabilmektedir. Savcı ya da polis:”Abartmayın bu kadar, haydi işinize-gücünüze beyefendi!’ diyememektedir. Demek cesaretini bile yitirmiştir. Benzer şekilde, devlet büyüklerine hakaretten ‘şüpheli/sanık’ olma ihtimaline binaen, ‘onbinlerce susma hâli’ yaşanmaktadır.

Bu iğrenç hâlin, demokrasiyle(!) yönetilen bir ülkede yaşanıyor olması da; demokrasinin ne menem bir şey olduğunun delilidir. Ya da olamadığının.

Demokrasinin birden fazla versiyonları var elbette. Bizdeki versiyonun adı: Temsilî demokrasi.Demokratik ülkelerde milletin egemenlik hakkını doğrudan değil de, seçtiği temsilciler aracılığıyla kullandığı bir demokrasi uygulaması.

Artık; yasama, yürütme, yargı bırakın birbirine yaklaşmayı, bırakın iç içe geçmeyi: Bir’leşti, tek’leşti!

Tavır, seçimle iktidara gelenlerin ancak ve ancak sandıkla yargılanacaklarını söylemeye kadar geldi. Söylemeyi bırakın, fiiliyata döküldü bu beyan. Yani üst paragrafta iddia ettiğim tekleşme yetmiyor. Ve iktidar yargılama dışı tutuluyor. Biliyorum bu durumdan milyonlar habersiz, yüzbinler sinmiş, binler de duyduklarına, gördüklerine inanamıyor. Bir avuç insan da itiraz ediyor.

Asıl itiraz liyakatine sahipler susarsa, benim gibiler de oturur, bu durumu şerh ederler.

Ülkedeki demokrasinin miktarı yok denecek kadar azalmıştır. Hukuk iktidarın emrine girmiştir. Mihail Aleksandroviç Bakunin “hukuk iktidarın fahişesidir!” sözünü boşuna söylememiştir.

İdare; muhalif ve muhtemel muhaliflerin tepesindeki giyotindir, adeta. İş ve işlemler, kurallar-kaideler, esaslar, usuller yok hükmünde. Ne denirse o! Nasıl istenirse o! Münasibi neyse o!

Yediğin önünde, yemediğin de ardında! Daha ne istersin?

Köşe yazarlığı yaparak haddimizi aşıyoruz ya! Haydi bir de doktorluğa kalkışayım, tanı koyayım. Senin ve ailenin tutulduğu hastalığın adı: Affluenza.

“Affluenza tüketim kültürü eleştirmenleri tarafından üretilen ve kullanılan bir terim. Refah (affluence) ve grip (influenza)  kelimelerinin birleşiminden oluşturmuşlar.

Bu terimi şöyle tanımlayabiliyoruz:

Acı veren, bulaşıcı, sosyal olarak geçen ve daha fazlasını ısrarla istemeye sebep olan israf, kaygı, borç ve fazla çalışma hastalığıdır; çevresine ayak uydurma gayretinin sonucu oluşan şişkin, tembel ve doyurulmamış duygulardır; Amerikan rüyasını inatla izleme sonucu oluşan borçluluk, israf, çok çalışma ve stres salgınıdır; ekonomik büyüme bağımlılığıdır.

Şöyle de izah edebilirim:

Affluenza; para ve servetle sağlıksız bir ilişki kurmaktır.

Küresel olarak affluenza; para akışının sınıflar arasında kutuplaşma oluşturacak, duygusal ve ekonomik dengeyi kaybettirecek şekilde geri tepmesidir.”

Kleptokrasi, mitomani, nepotizm derken; affluenza’yı da öğrettin ya? İlahi sen!