Bu yazıyı kaleme almak için ya da daha doğrusu kaleme alabilmek için yaklaşık yirmi dakika ekrana aval aval baktım.

 

Ve bu cümleyi yazdıktan sonra da bir beş dakika daha ekrana baktım. Olmuyorsa zorlama dedim. Neyi ne için ve kim için zorlayacaktım ki! Bu dünyada kime neyi anlatacaksın, neyi ispat edeceksin, ne için savaşacaksın? Ruhuna ne iyi gelecek, yaranın merhemi kim, kalbini kime açacaksın, vaktini kime harcayacaksın, yolunu kime çıkaracaksın, uzun uzun kimle hayallere dalacaksın, başını yastığına kimle koyacaksın ve yapayalnız nasıl öleceksin?

 

Hayatımın başı ve sonu belliydi, hiç olmazsa ortasını kaçırmamalıydım diyor Oğuz Atay Tutunamayanlar adlı romanında…

 

Doğduk ve var olduk. Bir gün ölüp toprak olacağız. Başımız sonumuz belli ve biz ortasında debelenip duruyoruz. Ne kadar da dünyevi işler, ne kadar da boş ve ne kadar da gereksiz vakalar sürüsü…

 

İnsanların diğer insanları yanlış anlamak için elinden gelenin fazlasını yaptığı, doğrusunu anlamak için kılını kıpırdatmadığı bir dünyada kıvranıyoruz. Ne bir iyi niyet, ne bir dert tasa sorma ne de bir yardım düşüncemiz var.

 

Hissetmek ne renktir acaba? Diye sorar Fernando Pessoa Huzursuzluğun Kitabı’nda…

 

Ben bazen pembe hissediyorum belki biraz da turuncu. İçim içime sığmıyor bazı zamanlar. Ruhumda kelebekler uçuşuyor. Minik ve haylaz bir kız çocuğu oluyorum böyle anlarda. Bazen siyah hissediyorum ve birazcık da gri. Yas var sanki. Bir kapanıklık, bir bunalma, bir sıkılmışlık. Bazen beyaz hissediyorum mesela. Saf ve tertemiz. Ve çoğu zaman da sarı ve kahve tonlarındayım. Bir hüzün, bir burukluk ve bir yalnız kalmışlık hissi.

 

Kendimi net anlatamamanın verdiği rahatsızlık var ruhumda. Bir huzursuzluk, bir salıverememe korkusu, bir endişe ve biraz da kendinden başka kimseye güvenmeme. Sarıyım biraz ve birazda kahverengi. Arada kalmışlık. Yok olmamış ama tam da var olamamış gibi…

 

Sizin gibi.

Sizden biri gibi.

Siz gibi.

 

Sonbahar gibiyim ben. Kurumaya yüz tutan yapraklar gibi titrek, yeniden canlanacağı güne kadar uykuya dalan ağaçlar, ne alırsa iki katı geri veren toprak, her mevsim aynı kalan gökyüzüyüm ben. Sonbaharım ben. İlklerine gebe, kışlarına hasret, yazına yakın… Can’ım ben. Dertlilere koşan, ihtiyaçlarına yanaşan, ruhlarını okşayan. Canan’ım ben. Seveni daha çok seven, aşıklara maşuk, kalbe kan, yaraya merhem, tohuma su…

 

Sonbaharım ben.

Dalımda yaprak, kökümde su. Dilimde söz, sözümde köz, közümde öz. Kime neyi, neden, ne kadar ve niçin anlatacağım ki daha. Tanıyan zaten tanımıştır beni, tanımayanlara da kapım kapalı bu saatten sonra.

 

Bir beş dakika daha ekrana baktım.

 

Olmuyorsa zorlama dedim. Boş ver. Hayatını yaşa. Bırak diğerleri seni kuru bir dal görsün, dökülen yaprak ol. Sen kendini biliyorsun nasıl olsa. Tohumları nasıl filize çevirebildiğini biliyorsun. İlkbaharda yeşerdiğini, çiçeklendiğini biliyorsun. Boş ver sen. Hayat senin hayatın. Ya kış olursun ya ilkbahar, ya yazsındır ama çoğunlukla sonbahar…