Canımız yandı.

-dı eki geçmiş zaman bildiriyor. Oysa ki canımız yanıyor deseydim hala acı hissediyor olacaktık.

 

Şu an belki çoğumuz için “canımız yanıyor” cümlesi geçerli. Belki de “canımız yandı”. Ama eminim ki biraz zaman sonra “canımız yandı” ya çevrilecek tüm şimdiki zamanlar. Bu zamana kadar ne geçmedi ki? Hangi yaramızı saramadık, hangi acımızı dindiremedik, kimin elinden tutamadık? Türk milleti anka kuşuna benzer. Her defasında küllerinden yeniden doğar. Ayağa kalkar.

 

Bir farkla!

Bu fark nedir biliyor musunuz? Fırsatçılık. En ufak bir ihtiyaç halinde elindeki mala yüzde yüz zam yapmaktır. İnsanlar evinden, ekmeğinden olurken kırk beş liralık yanmaz eldiveni doksan liraya satmaktır. Yangın tüpünü iki yüz liradan dört yüz elli liraya çıkarmaktır. Kötüsün insanoğlu kötü. Fırsatçı ve düşüncesizsin. Bencilsin. Ve bu zihin değişmediği sürece ayağa kalkmamız zorlaşacak.

 

Coğrafya kaderdir diye bir söz var. Buna katılmayan pek yoktur sanırım. Çoğumuzun aklından şu ülkede yaşıyor olsaydım, bu ülkede yaşıyor olsaydım diye geçmiştir. İçimizde olmayanın daha iyi olduğu sanılan bir his var nedense. Oysa iyilik içimizdeydi. İçimize bakmayı bilemedik. Bu coğrafyada hayıflanıp durduk.  Oysa trajikomik şeyler de yaşanıyor bu ülkede. Mesela çay dağıtılır demlemeye ev, beyaz eşya verilir evde elektrik yoktur.

 

Ülkece mum ışığına benzer olduk. Kendimiz hariç her ülkeyi aydınlatıp yardım eli uzatıyoruz. Her ülkeye koşup, hiçbir ülkenin kabul etmediği mültecileri biz alıyoruz. Dedim ya mum gibiyiz, kendi elimizi tutmaya kalkınca ışık veremiyoruz. Yetemiyoruz. Dünyaya yettik de kendimize bir aydamız olmuyor.

 

Neden?

Biz nasıl böyle bir ülke olduk?

 

Ülkemize getirilen başarılara değil de spor yapılan kıyafete bahane bulunur. Afgan mülteci geleceğine Ukrayna’dan gelselerdi diye utanmazca, arlanmazca laflar edilir. Yardım çağrısına suç gözüyle bakılır, yangına bir kova su ile gidilmez. Şehitlerimize “kelle”, hayvanlarımıza “beyaz et”, büyük başsa ona göre destek olunacak, yaklaşık on beş sene önce “ormanlar bize aittir” deyip bugün “ormanlar büyük şehire aittir” denilen yerde hangi ilerlemeden bahsedebileceğiz biz? Sahi ne ara bu kadar kötü olabildik?

 

İklimi değiştirdik. Çöpler yerlerde, gereksiz tüketim had safhada, üretim düşürüldükçe düşürüldü, her şey özelleşiyor bir bir... Satılmayan fabrika, el değiştirmeyen banka, ithal edilmeyen çok az ürün kaldı elimizde. Dolmuşa binip tek kalmaktan korkar olduk. Karşıdan karşıya geçerken dahi kimseye yardım etmez olduk. Öldürülen kadınlara “orada ne işi varmış” der olduk. Biz nasıl kirlendik bu kadar? Düşüncesiz ve sorumsuz olduk. Evlatlarımıza “bu dünyayı biz kirlettik alın siz ne yaparsanız yapın” mı diyeceğiz?

 

Sorumsuz, bencil, kibirli, üretmeden tüketen, emeği ayaklar altına alan, düşüncesiz ve daha nice insana özgü sıfatlarla evlat yetiştiriyoruz. Utanmadan hem de. Çok yazık bize gerçekten. Hiçbir hayvandan ana-baba olmayı, didişmeden yaşamayı, fazlada gözü olmamayı öğrenememişiz. Ot gelip ot mu gideceğiz gerçekten? Biraz düşünsek zor olmayacak belki. Şimdi diyorlar ki “z kuşağından umutluyuz”. Hangi z kuşağı pardon. Bizim yetiştirdiğimiz z kuşağı mı? Bu da trajikomik bir durum gerçekten.

 

O kadar doluyum ki ve o kadar şiştim ki kimseye bir şey söylememekten. Kitabım çıkalı altı yıl oldu ve altı yıldır bu tarz yazmayıp, konuşmayacağım diye karar almıştım. Artık “tamam”. Bu kadar sessizlik yeter bence. On üç yıllık gazetecilik hayatımda iyi kötü bir yer edindim sizlerde. Üzdü ve kırdıysam, sürç-ü lisan ettiysem affedin. Bu defa gerçekten tamam. Bu andan itibaren susmak istemiyorum. Yetiştirdiğim z kuşağının hakkını vermem gerekiyor. İşe üretmekle başladım, sağlıkla devam ediyorum ve umut etmekle nefes alacağım. Son anıma kadar.

 

Şimdilik hoşça ve sağlıkla kalın. Sormuyorum ama biliyorum bence anlaştık “tamam”.