Hiç düşündünüz mü bilmiyorum, ömrünüz boyunca kaç pazar yaşadınız ve bu yaşadığınız pazarları neler yaparak bu gününüze geldiniz.

Benim sizlerin konumunuzu bilme şansım yok, ama kendi yaşamımı gözden geçirdiğimde; İlkokula başladığım 2 Kasım 1954 yılından bugüne (Nüfus yaşım küçük yazıldığı için okula başlamam, Okul Başöğretmeni rahmetli Mehmet Hilmi Acar'ın babamdan ricasıyla 29 Ekim bayramı sonrası kayıtsız olarak başlamıştı.) kadar 3282,ci pazar günüm. Neden böyle bir geriye dönük arayış içine girdiğim düşünüle bilinir.
Medeni ve kalkınmış Ülkelerin sanayii toplumlarında Pazar günleri, insanların, gezip dolaşma, eş dost ziyareti, istirahat v.s. gibi mesaide bulundukları sürede yapamadıkları uğraşlarla geçer. Bizim ülkemiz maalesef, henüz tam anlamıyla medeniyeti yakalayamadığı gibi, ziraat ve hayvancılığı terk etmiş, imitasyon (Taklit) sanayici gibi olmaya özenen, ekonomik olarak henüz kalkınamamış bir durumda.
Benim hatırlamaya başladığım yıllarda, Ülkemizde kırsal nüfus % 70 lerde, Kentsel Nüfus % 30lardaydı. Bu oran 1980 lerde kentsel nüfus % 62 lere ulaşırken, kırsal nüfusumuz % 38 lere geriledi.2106 yılı verilerine göre nüfusun % 92 si kentlerde,% 8 i kırsal kesimde ikamet etmektedir.
Şimdi bu rakamların, benim pazar yaşantımla ne ilgisi olabileceğini düşünüyor olabilirsiniz. Yakından ilgilidir. Zira, Ortaokulda eğitime başladığım 1959 yılına kadar, benim için pazarın haftanın diğer günlerinden tek farkı okula gitmiyor olmamdı.(Ülkemizde Cumartesi’nin tatil olması 1974 yılında Ecevit’in koalisyon hükümeti zamanında başladı.) Pazarları henüz karın yağmadığı güz günlerinde, ahırdaki ineklerin altına dökülen yaprakları toplamak, kışlık odunu hazırlayan büyüklerimize, taşıma ve istif etmekte yardım etmek, ilk zamanlar benden dört yaş büyük olan ağabeyim ile, Katırcıoğlu’nda ki sel değirmenine, suyun arttığı zamanlarda da Eyüplü de ki Ahmet Onbaşı sel değirmenine mısır getirip un yaptırmak, bahar gelince, tarlada bel bellemek, mısır ekmek, mevsimi gelince sık darı söküp, ot kazmak, bunların olmadığı zamanlarda da hayvanları otlatarak, onların sırtlarından yuvarlayarak çıkardığımız küçük tüy yumaklarından oluşturduğumuz, yada eskimiş paçavralardan birbirine sararak oluşturduğumuz yamalık topuyla, sessizce top oynamakla geçerdi pazarlarımız. Tabi ki evlerimizde radyo, saatli marif takvimi gibi araçlar bulunmadığı için bizler günleri ayları yılları, okuldan yada büyüklerimizden öğrenirdik. Hülasa bugün olduğu gibi pazar bizler için bir tatil ve eğlence günü değildi.
Ortaokula başladığım 1959 dan sonra, koşullar bizim köydeki yıllarımıza göre aleyhimizde olmak üzere değişti. Okulun tatil olduğu Cumartesi öğle vakti, bir haftadır köyümüzden getirerek tükettiğimiz, Bakır Yoğurt bakracı ( O tarihte plastik bidonlar henüz yoktu) turşu kabı, yiyecek nakledilen, File, gıdık v.s lerle 10-15 öğrenci aç bilaç koşarak köyümüze gider, annemin hazırladığı sofrada taze sıcak mısır ekmeği, pancar çorbası ve yoğurtla birkaç gündür sıcak yemek görmeyen midemizi tıkabasa doldurup, günün koşuluna göre, bizi bekleyen işlere koyulurduk. Pazar gününün programı ailece yaşımıza ve becerimize göre bizlere taksim edilmiş olup sabah kahvaltısından sonra görev başı yapıp, hava kararmaya yüz tutunca, bir haftalık yiyeceğimizi ağabimle gücümüze göre paylaşır, şehre yaya gitmek üzere yola koyulurduk. Alembey Osmantamında bulunan (Şimdiki Mandıranın bulunduğu yer) evimizden şehirdeki evimize olan 11 km. yolu, Kar, yağmur, güneş, soğuk, sıcak, günün yorgunluğu v.s. bahane etmeden, yolda rastladığımız arkadaşlarla güle söyleye kaldığımız tek odadan ibaret evimize gelirdik. Köyümüzden şehre herhangi bir araç servisi olmadığı gibi, şemsiyemiz ve pardesümüz, kışlık yazlık kıyafetimiz ve ayakkabımız olmadığı gibi, yol kıyafeti ile okul kıyafeti de tekti, ıslanırsa sobada kurutarak, çamur olmuşsa kurutup ovarak, buruşmuşsa gece yatağın altına koyup düzelterek, giyinip okulumuza giderdik. Bu yaşlarda pazarın benim için en olumsuz yanı, Hafta içi pazar günü yapılmak üzere okuldan verilen hiçbir ödev v.s. ye bakamamış ve yorgun argın olarak Pazartesi okula başlamaktı. Birde öğretmenlerimiz çocuklar dinlenmiş geliyor diye düşünerek, yazılı ve sözlüleri genelde Pazartesi Salı gününe koyunca Pazar benim için iyi anılarla hatırlamadığım günlerden oluyordu. Birde arkadaşlarım, aileleriyle gittikleri tiyatro yada sinemayla, babalarıyla gittikleri maçı tartışmaya başladıklarında, ben pazardan kaynaklanan eksiklerimi tamamlamak için sınıfımdaki sıramda kalıyordum.(Tabi ki benle ve benim pozisyonumda olan arkadaşlarımla alay edip birde İNEK falan diyorlardı.)
1962 Eğitim yılı başında, Trabzon Bayındırlık müdürlüğüne atamasını yaptıran büyük ağabeyimin isteğiyle, Lise tahsilime Trabzon Lisesinde başladım. Şimdi ikili öğretimden kurtulmuş, sabahtan akşama kadar okuyordum. Üstelik üç öğün sıcak yemek yiyebildiğim, ayrı odamın bulunduğu, elbisemi ütüleyip, gömleğimi kolalayan Sevim Yengemin bulunduğu bir ailem vardı. Benimde tüm ödevlerimi rahat rahat yapabileceğim, hatta sinemaya bile gidebileceğim, Tarla, Değirmen, yaya yol yürüme, ıslanma üşüme problemi olmayan bir pazarım olmuştu. Çok mutluydum. Kiminle konuşsam, okuldaki öğretmenlerimde dahil Ordu Merkez ortaokulu mezunu olarak Türkiye’nin en başarılı Liselerinden olan Trabzon Lisesinde başarılı olamayacağımı söylüyorlardı. O günün koşullarında hemen kendime bir yol buldum. Gece saat 12.00 de yatacak, sabah 06.00 kalkacak ,derslerimi günübirlik yaparak açığım varsa kapatacaktım. Nitekim bu projem başarıya ulaştı, birinci sınıftan takıntısız ikinci sınıfa geçtim. Lise tahsilime ağabeyimin Ordu’ya tayini nedeniyle Ordu Lisesinde devam edip 1965 yazında bitirdim.
Trabzon’da 1962 Eylülünde başladığım 6 saat uyuma alışkanlığımı o gün bugün halen sürdürmekteyim. Trabzon Lisesinde okulumdaki başarım için kullanarak harcadığım pazarım, Ordudaki iki yıllık Lise hayatımda elbette sürmedi. Çünkü köyümüzde çokta sağlıklı olmayan annemle babam birde benden altı yaş büyük ablam vardı. Cumartesi okul tatil olur olmaz, bu sefer yengemin hazırladığı öğle yemeğini yiyerek, köy için var olan ikinci kıyafetimi giyerek ama karnım tok, elimde şemsiye sırtımda paltoyla ama yine yürüyerek, dönerken getireceklerimin boş kaplarıyla her hafta köyümüze gidip, pazar günü yapabileceklerimi yapıp, pazar akşamı, bazen ağabeyimle bazen yanlız şehire dönüyordum. Benim ortaokuldaki pazartesi sendromu yeniden başlasa da karnım tok sırtım pek ve bir aileyle sıcak yuvamda yaşadığım için bunu daha kolay atlatabiliyordum.
1965 Sonbaharında başlayıp,1970 yazında biten Üniversite tahsilim yıllarındaki pazarları, birinci yıl çok ağır derslerimin ödevleriyle olumsuzluklar içinde, yedi arkadaşımla kaldığım evde ,diğer dört yılımı da, kaloriferli bana göre oldukça huzurlu, Kredi Yurtlar Kurumunun Ortaköy Erkek öğrenci yurdunda derslerim ve ödevlerimle başımı kaldırmaksızın geçirdiğimi söyleyebilirim.
1970-1973 yıllarındaki, memurluk, askerlik yıllarındaki sadece pazarlar değil haftanın diğer altı günüde benim insiyatifimin ve egemenliğimin dışında yaşanmadan geçti.
Şimdi akıllara, serbest hayata başladığım 1973 den bugüne kadar pazarlardan eski alamadığım keyfi alarak yaşadığım gelebilir. Hiçte öyle olmadı. 2004 yazına kadar, birkaç kez ailemle çıkabildiğim 10-15 günlük tatiller dışında bizlerin, üç kardeş hiçbirimizin gezip dolaştığı, tatil ve eğlenceyle geçirdiğimiz tek bir pazarımız hemen hemen olmadı, olamadı. Bir tarafta köyümüz, hasta ve yardıma muhtaç, anne babamız, bir yanda emek yoğun, sermayesiz başladığımız acımasız, zalim ve yoğun efor isteyen iş hayatı. Kapitalizmin acımasız kurallarıyla işleyen dünyasında, sosyal demokrat, iyilik sever, insancıl düşüncede ama işveren olarak geçirdiğimiz cumartesi pazarsız yıllar.
2004 yılı Temmuz ayında Balıkesir Erdekte aldığım bir yazlıkla başlayan 3 aylık yaz tatilleri, bugünlerde işyerlerine yaptığım kısa turlarla, varlığından haberdar olduğum pazar günleri, her ne kadar eski günlerdeki eksikleri tamamlayamasa da benim için ömrümün sonunda yakalanmış bir fırsat olarak düşünüyorum.
Tüm tanıdıklarıma mutluluk ve huzur dolu Pazar tatillerinde hoşca vakit geçirmeleri dileklerimle, sevgi ve saygılarımla…