Ev temizliği, bulaşıklar derken vakit hayli ilerlemişti. Ne pişirip yesek diye düşünmeye başladım. Kimi yemeği yemek için canım çekmedi, kimi yemeği de pişirmeye üşendim.

 

Mutfakta altı kişilik yuvarlak bir yemek masamız vardı. Etrafında dört tane sandalye…

 

Annem ile babam bahçeden odun getirmeye gitmişlerdi. Soba yakardık biz akşamları. Üzerinde çaydanlık fokurdar, bizim açık olan televizyon homurdardı. Bunca olayların arasında ben ise elimde mutlaka bir kitap, ya okurum ya da arada göz ucuyla televizyona bakarım. Kar yağdığı vakitte sobanın keyfi bambaşkadır. Öyle kolay unutulacak cinsten değil. Kestaneler pişer, soba arkasında uyunur, elektrikler kesilir çoğu zaman ve mum ışığının gölgesinde hayvan figürleri yaparız ellerimizle…

 

Annemlerin işi bitmiş eve dönmüşlerdi. Babam üzerini değiştirip kahvehaneye gitmek üzere yola koyulmuştu. Annem de çekti mutfaktaki altı kişilik yuvarlak masanın etrafındaki dört sandalyeden birini ve oturdu. Çay mı demlesek dedim. Yanında ne yiyelim derken aynı muammalı durumun içine annemi de katmıştım. Ne yiyecektik biz?

 

Biz yiyecek bir şeyler düşünürken gözüm, altı kişilik yuvarlak masanın üzerindeki meyve tabağındaki muzda takılı kalmıştı. Biz küçükken –kardeşim ve ben – annem pazardan muz alırdı. Kardeşim ile bana birer tane verirdi. O muz o kadar lezzetli gelirdi ki bize bitmesin isterdik. Bıçakla dilimleyip yerdik. Bir muz alt tarafı. Ama biz bir muzu yaklaşık yarım saatte zor yerdik.

 

Yokluk vardı. Alamıyorduk her zaman. Annem çalışır didinirdi de bize harcardı. Annem bir kahramandı bizim gözümüzde…

 

Sonra annemin bana seslenmesiyle bozuldu eskilerdeki hatıralarım ile aram;

-Börek diyorum. Fındıklı şekerli börek. Yer miyiz?

 

                                                                                                                                      CANAN YÜCEL