Almanya’da  yaşayan zor şartlar altında okuyup Sosyolog olan , sayısızca kitaplar yazan Besni Lisesi’nden öğrencim Hasan Hüseyin’in  Arslan’ın genç yaşında kaybettiği eşi için yazdığı sayısızca yazılardan bir tanesi…Nasıl bir sevgi, aşk’sa..

GÖNLÜMDE Kİ YERİN…

Dolaşıyorum hayatın içinde anlamını tespit edemediğim bir yaşamı idame etmek uğruna! Sonbaharın sararmış yaprakları gibi birer birer dökülerek! Yerinden sökülüp sürüklenerek! Köksüzleşmişim! Tükenmiş içimin erzak ambarları … kaybetmişim hem içimdeki, hem de dışımda ki baharı! Geride küllerimden başka bir şey kalmamış! Kış gelmiş içime, sonbahar bile bahar gibi geride kalmış! Kayıplara karışmış içimin şanlı ve sevinçli anları! Hiç bir şey bana sevinç vermiyor!

Geride kalmış sevinçli anların şanlı bayrağı içimde dalgalanmıyor artık! Sevinç, huzur, mutluluk bana yabancı kalmış birer kavramdan başka bir şey ifade edemiyor neyazık ki? Soğumuş her şey, içimde ki yaşama sevincini sonbaharın sert rüzgarları süpürerek götürmüş ve kuru bir dal gibi savurmakta beni! Bu ne acı, yıkık evler gibi, her tarafım dökülmüş, yatmadığım odamın geniş bir pencersi var, içimi dışarıya taşımaya çalışan, ama nafile, içimin ise kendine has stratejisi var bana karşı. Bazen kendini bir adım yürümeyecek kadar yorgun hisseden, bazen de hiç bir şey bilmeyen ve sadece seyreden! Her şeyi seyreden! Seyrederek nasıl gittiğini bile bilmeyen! Tavanı bile içimi darartan ve karartan ve sankı bir kömür yığını gibi kapkara tepemde duran! Kapıyı açmaya üşeniyorum, yorgunluk, tanımını yapmakta zorlandığım asri bir yorgunluk! Bunun üzerine eklenmiş bir yılgınlık! Sanki lamba yok gibi içeride! Yanan lambalar gözümün ve gönlümün körlüğünü aydınlatmaya yetmiyor! Fena kokulu, isli, yağlı, her taraf kir ve pislik içinde sanki! Sarı ve sönük bir ışık vermeye çalışan lambayı kendime arkadaş olarak görmüyorum, göremiyorum! Bu lambalar gibi; vücudum, zihnim, ruhum yorgun! … Düşünemiyorum! Bulunduğum yer, varlığım onsuzluğun acısının burukluğuyla şimdi bana yanlış bir hayal, korkunç bir serap, karanlık bir halüsinasyon gibi geliyor. Bu sebepten dolayı adsız bir acı duyuyorum! Adeta bir kabir işkencesi yaşıyorum … Evde ki kitaplar, yeni okumaya başladığım Hollandaca Zijderoute (İpekyolu) kitabı, Kemal Bilget’in İki Söz Bir Anı-1 ve Eliat Aranson’un Sosyalpsikoloji adlı kitapları bile bana mutluluk vermekte zorlanıyorlar. Ayrıca karalamaya çalıştığım ve yeni başladığım bir kitap için sadece ondört sayfa yazarak öyle bırakmanın ve kendimi yetersiz görmenin basiretsizliği ise ayrı bir konu sadece hatırlatmam gerken!

Konuşacak kimseler kalmadı o gittiği günden beri, konuşacak, sohbet edecek, yürekten yüreğe telepati gönderecek ve gönülden dostca el uzatacak kimseler yok yakınlarımda. Var olan dostlar ise gerçekten mesafe olarak uzaklarda! Yakınlarda kimse kalmadı! Uykum gelmiyor … Yazarak zaman geçirmeye çalışıyorum. Lakin yazacağım yazacağım yeryüzünün o „Gül Yanaklı, Melek Yüzlü Prensesi’m“ fiziki olarak yok. Belli bir süre ağlayarak yazdıktan sonra düşünce kordinasyonum kayıp olup tükeniyor! Enerjim yok artık kendimi savunmak için! Savunma sistemim çökmüş! Hüzünlüyüm! Sadece duyorum, görüyorum, hissediyorum, kokluyorum! Komşular dersen, çoğu insanlığını kaybetmiş, kendi dünyasından başka bir dünyanın varlığını tanımak için çaba harcamayan, dar görüşlü, küçük burjuva hastalıklarına kapılmış birer bireylerden başka bir nesne değiller! Kendi aşağıladıkları bu dünyanın aşğılıkları olmak için kariyer yaparak merdiven tırmanmaya çalışan var olan yoklar!

Sonra bunları düşünürken, Viyana ziyaretimizin albümünü elime alıyorum elime! Her sayfada yaşanmış sevinçlerin hüzünlü düşünceleri geçiyor gözlerimin önünden geçerken ağlıyorum! Ağlıyorum! Uzanmam, kahverengi emekter battaniyeyi üzerime çekerken boğulmuş gibi hissediyorum, birileri beni boğazlıyor sanıyorum! Bu kuruntular içinde gözlerimi kapamak isterken uykum daha da uzaklaşıyor bedenimden, iri iri damlalar akıyor yanaklarıma, aynaya bakmak gibi bir alışkanlığım olmadığı için, yanaklarımda ki acı tahribatı içimde biriktirdiğim acılarımla, mor kırmızızı lekelerle donatıyorum! Acılar uçuşuyor gözlerimin önünden! Sonra birden bire Thomas Mann denen dünyanın en ünlü yazarlarından olan bu saygıdeğer insanın bir kitabını elime alıyorum! Birkaç sayfa okuduktan sonra masaya bırakıyorum! Yaralanmış gibi hissediyorum bu esnada kendimi! Anlımın ortasından kulaklarıma doğru yayılan bir acı hissediyorum, sert bir cisimle vurulmuş gibi! Kulaklarım ağrıyor, bir kaç gündür hissettiğim sinüzüt denen illetin etkisiyle … Bu esnada merdivenlerden inen bir ayak sesi duyuyorum! Birisi söylenerek iniyor! Bir ses! Bir kadın sesi! Belki işe gidiyor acılarını içinde toplayarak! Kulak kabartıyorum, nafile! Söylediklerini anlamak benim neyime gibi bir his geçiyor içimden!

Hava güzel, ama ben kötüyüm! Sen gittin gideli! Dinmeyen bu acıyı kaç milyar düşündüğümü, bu düşüncelerle derin acılar çektiğimi! Kafam tersine dönmüş tunç bir havan topu ağırlaşmış ve vücudumun onu taşıma gücü kalmamış. Bu arada Almanya’nın 51 yaşında ki ünlü yazarlarından Joachim Meyerhoff’un kendi çözülmez acılarını da kendimde hissediyorum! Beyin kanamasından kurtularak yazmaya başlayan bu yazarın yaşadığı dramı kendimle özdeşlestirerek kurtuluyorum içinden geldiğim toplumu geride bırakarak! Bu yüzden yazdığım ve yazacağım yazıların ölümle hesaplaşması olarak göreceğimi hissediyorum bundan sonraki hayatımda! Bir ısı yayılıyor yüreğime korkuyla paramparça oluyor bedenim! Sızlıyor acıların hüzünü içinde boğularak! İlk bakışta belki başkaları için sorun çok basit olarak halledilebileceği düşünülse de acı çekmeyenlerin akılları kendilerine bile yetemeyeceği için basiretsiz kalıyor benim nazarımda!

Pessimist bir tavır da takınmıyorum bu yaşadığım zorlukların bana vurmuş olduğu darbelerden sonra! Hep düşünüyorum bir kelime bile bilmeden! Öğrenme azmini kaybederek de öğrenmeye çalışıyorum! Nice anlı şanlı sabahlar gördüğümü, kayalıklardan denizi seyrettiğimi ve bakışlarımızla okşadığımız dağ uçlarını … Yeşil çimenleri okşayan altın ayaklarının bir daha o çimenlere basmadığını her düşünüşümden derin acılarla sarsılıyor ruhum ve bedenim! O adım attığımız her köşe, dereler, ırmak kenarları, ormanlar, gölgesinde oturduğumuz ağaçlar yok artık, onlarda bu gidişin kuraklığını yaşayarak kendilerini toprağın tozlarına katarak göçüp gitmişler başka alemlere … Gökyüzü rengini değiştirmiş, çirkin örtülere bürünmüş o göksel ve semai yüzlerini kaybederek! Her şey çehresini gizleyerek derin ve acı bir utangaçlıkla tükenmez yasıma eşlik etmek için beni de aralarına alarak yollarına devam ediyorlar! …

Böylece, iyi veya kötü olarak dünya görüşümün ne olacağı, geleceğe dayanmaktadır. Bunun için sürekli zaman içindeki görüşlerle ilgileniyorum ve geleceğin bu günden daha iyi olacağından emin olmadığım için nerede ve neden avuntu bularak yaşama sevincini görmek güç olduğu gibi bazen de imkansızlaşıyor! Bir gün açığa çıkması gereken bir ahenk olarak tatmak ise geride kalan bir anıdan başka bir şey olarak takılmıyor hatıralarıma!

Sarılıp yatarım anılarımıza

Üstün bakışlarınla okşadığın

Gözlerinin arasında!

Daha dün gibi duruyorsun

Girdiğin sınıfların dayandığın kapılarında!

Her sınavdan çıkardın kalmadan ikmale

Yüzakıyla!

Seni yaşadığımız anılarla seviyorum! Her zaman ki gibi benden ani ayrılışının 15. ayında da saygıyla anıyorum benim Gül Yanaklı Prensesim! Yattığın yerde ışığın ve huzurun bol olsun! Seni seven adam, h. h. arslan!!!!!

H. Hüseyin Arslan - 17.09.2020