Sabahın seher saatleriydi. Serin ve ferah esen rüzgâr pencereden kitap kokulu yatak odasını sızıyordu. Sızıyordu dedim çünkü pencere açık değildi. Eskimiş pencere pervazları çürümüş. Kışın yağan kardan, yazın yağan yağmurdan. Gözlerinde bir hüzün vardı. Yüreğinden giden insanlardan…
Gözlerini tavana dikti.
Kalkmakla kalkmamak arasında hayli tereddütte kaldı. Ağır adımlarla lavaboya ilerledi. Yüzünü yıkadı. Sobanın üzerindeki akşamdan kalan çaydanlığı döktü, temizledi. Yeni çay yaptı. Kahvaltı hazırladı. Fakirhanesinde ne varsa masaya çıkardı. Üç beş zeytin, peynir, dünden kalma ekmek… Çay demlenirken sobayı yaktı. Evin soğuğu kırılsın istedi. Sobada yanan odunların çıtırtısı sessizliği bozan tek eylemdi.
Az sonra bu eyleme kaynayan su sesi de eklendi. Masaya oturdu, etrafına göz gezdirdi. Dağılmış sayfalar, eski püskü daktilosu ve başlanmış bitirilmeyi bekleyen onlarca hikâye…
Fincanına çayını doldurdu. Bayatlamış ekmeklerini sobanın üzerinde ısıttı. Çıtır çıtır tazecik oldular. Ağır ağır kahvaltısını yaptı. Çay tiryaki olduğu bitirdiği demlikten belliydi. 
Yerdeki kâğıtları toparlamaya başladı. Sıralamaya çalıştı olmadı. Tarihsiz, küçük notlar şeklindeydi tüm yazılanlar. Sıralanmadı. Üst üste yığdı. Ayakaltından kalkmış oldu. Bulaşıkları topladı. Yıkadı. Yatağını düzeltti, evi süpürdü. Sobaya baktı. Sönmüştü…
Güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Akşam için yakacağı odunu eve getirmek için dışarı çıktı. Saçları dağılmış, gözaltları morarmış, incecik bedenin üzerinde korkuluk gibi duruyordu giydiği kıyafetleri… Huzursuzluğun kitabını yaz deseler.
-‘Ne yazması ben yaşıyorum’ diyen gözlerle bakardı. Bu orta yaşlı yazarın yorgun olduğu her halinden belliydi.
Gözlerini diktiği tavandan indirdi. Bir iki defa kırptı. Yapacaklarının listesine son verdiğini anladı. Akşamdan yarım bıraktığı o kadar iş vardı ki bir yerden başlamalıydı artık…
Yatağında doğruldu.
Elini yüzünü yıkamaya gitti.